Dr. Ali Çerkezoğlu’nun kaleme aldığı Hatay’ın tarihi ve kültürü üaçısından büyük önem arz eden Affan kahvesi yazısı oldukça ilgi gördü.

Çerkezoğlu, yazısında şu ifadelere yer verdi.

“Bu kadim şehre güvenmeli, kaybettiğimiz canlara borcumuzu ödemeliyiz. Bunun için, isteyen o özel 'haytalıyı' yemeye de gelebilir ama asıl olarak çifte kavrulmuş, köpüksüz, sade kahvemizi içmek üzere birbirimize 'AFFAN Kahvesi’nde' buluşma sözü verelim yeter…

Deprem yazısı okumak kimsenin hoşuna gitmiyor biliyorum. Hak da veriyorum. Ölüm, yaralanma, susuzluk, hele o tuvalet yokluğu…

Bu kadar dert içeren dünyada deprem haberini hızla zaplamak, gazetede sayfayı çevirmek, muhabbette konuyu değiştirmek çok anlaşılır.

Ama inanın “hayat devam ediyor” sözü ne kadar gerçek ise depremden on ay sonra bile Antakya’da “hayatın devam edemiyor oluşu” da o kadar gerçek ve yakıcı. Yıkılmış evler, moloz yığınları ve havada asılı asbestli tozların boğucu atmosferinde hayatta kalmaya çalışan, işsizlik girdabında psikolojisi bozulmuş, sabrı ve muhakeme yeteneği azalmış yüzbinlerce insandan bahsediyorum.

Hali hazırda bunları yaşarken televizyonlardan, “Deprem yaraları sarıldı. Bütün sorunları çözdük, çözüyoruz” laflarını en etkili ağızlardan duymanın yıkıcılığını ise tahmin etmek hiç zor değil.

Antakya, doğunun taçsız 'kraliçesi'. Roma İmparatorluğunun hem şahlanışına hem de yıkılışına sahne olmuş bu şehrin ne dillere destan zenginliği ne de şiirlere, şarkılara ilham olmuş güzelliği depremlerle yıkılmasını engelleyememiş.

İmparatorluğun zulmünden kaçan İsa’nın havarilerinden Sen Piyer’e kucak açmış, dünyanın ilk (mağara) kilisesine ev sahipliği yapmış. İsa’ya iman edenlere ‘Hıristiyan’ adı ilk kez Antakya’da verilmiş...

"…ve onu bulunca, Antakyaya getirdi. Ve vaki oldu ki, bütün bir yıl kilise ile bir arada toplandılar ve çok kimselere öğrettiler; ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağırılması önce Antakyada oldu." Resullerin İşleri 11:26

Anadolu Selçuklularının bölgedeki ilk camisi -Ulu Cami- inşa edilirken de, Osmanlı’nın Halep vilayetine bağlı İskenderun sancağı iken de yaşamış depremleri. Ve doğal olarak Fransız mandası döneminde de. Hatay devleti yıllarında ve misak-ı milli sınırları içinde olmadan Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmayı seçtiği günden bugüne kadar da yer sarsıntıları eksik olmamış…

Demem o ki Antakya’nın genetik kodlarında var deprem gerçeği. Defalarca yıkılmış, defalarca yapılmış. Ama 21. yüzyılın mimarisinin yanı sıra, mühendislik bilimlerinin ulaştığı aşama ve teknolojik gelişmeler dikkate alındığında belki birkaç binanın yıkılabileceği bir depremde bütün şehrin yerle bir olmasını sanıyorum hiçbir şey açıklayamaz.

Herkesin bildiğini bir kez daha tekrarlayalım. Deprem, hele hele bu çağda, öldürmez. Kötü ve beceriksiz yöneticiler, oy devşirmek için sorumsuzca imar afları çıkaran iktidarlar, rüşvet ve rant ilişkilerine boğulmuş merkezi ve yerel yöneticiler, aldıkları eğitime ihanet eden mühendisler, kar için insan yaşamını yok sayan müteahhitler, tüm bunların yeşerdiği, ranta, çıkara dayalı siyaset anlayışı öldürür.

Aslında adıyla tanımlamak gerekirse şehirlerin imarı dahil her şeyi ama her şeyi ranta çevirmeye odaklanmış ve sadece emeği ve doğayı değil, insan yaşamını bile maliyet unsuru olarak gören kapitalizm öldürür!

Antakya’da, Samandağı’nda, Kırıkhan’da ve tabii ki başta Maraş ve Adıyaman olmak üzere 11 ilde uygulanmayan yönetmeliklerin, gelmeyen AFAD ve kurtarma ekiplerinin, hazırlıksız hükümetlerin kifayetsizliği ve atadıkları liyakatsiz yöneticiler nedeniyle insanlar öldü. Ama şehirler öyle değil. Antakya hiç değil. Her mahallesi, çarşısı, kilisesi, sinagogu, alevi ziyaretgahları, Habib-el Neccar’ı ve Ulucamisi yıkılmış, 'Meclis Binası' yerle bir olmuş olabilir.

Yapılır hepsi. Yaparız!

Binlerce yıldır, onlarca kez olduğu gibi bu şehri yeniden kurarız.

Yeter ki misafirperverliğinden, dayanışmasına, bir arada yaşama inadından geri dönme refleksine kadar her şeyine sinen ve adıyla özdeşleşmiş mezelerin iksirinden güç alan şehir ruhunu yitirmesin. Yani şehir ölmesin.

Öncelikle bazı şehirlerin ölümsüzlüğünden bahsetmek ve kültürel zenginliğe dayanarak binlerce yıl nasıl ayakta kaldıklarını ve yıkılmaz olduklarını göstermek istiyorum. Ve Antakya'nın o gizemini açığa vurma pahasına bir kez daha başlıktaki soruya dönüyorum:

AFFAN KAHVESİ” YIKILDI DESELER İNANIR MISINIZ?

Ben inanmam. Siz de inanmayın.

Duvarları devrilir, çatısı çöker. Kolonları çatlayıp, toza dumana boğulabilir ama binadan ibaret değildir ki yıkılsın. Reenkarnasyona inanan bir şehrin ruhudur. Farklı ırklardan farklı din ve mezheplerden insanların sadece bir arada yaşaması değil. Yarısı Arapça yarısı Türkçeden oluşan bir 'Antakyaca' konuşan, komşuluğun, misafirperverliğin, alçakgönüllülüğün çevrelediği bir hale içinde gecenin zifiri karanlığında mini etekli bir genç kızın güven ve huzur içinde şehrin merkezinde tek başına gezebilmesinin simgesidir.

Laikliğin bir siyasal söylemden çıkıp yaşamın en derin nüvesine işlediği toplumsal yapının adıdır. Ramazandır, Paskalyadır, Gadır-Hum'dur. Bu nedenle yıkılmaz, yıkılmamalıdır. Tıpkı, Habib-el Neccar Camii, Sen Piyer kilisesi, Antakya sinagogu ya da Şeyh Yusuf türbesi gibi. Sadece dinsel değil aynı zamanda Asi nehrinin terse akışından ilhamla akıntıya karşı kültürel inattır.

Antakyalıların ve bütün Türkiye’nin ihtiyacı var buna. İhtiyaçları ertelememeli, Antakya başta olmak üzere bütün deprem şehirlerini bu toz duman arasından çekip çıkarmayı başarmalıyız.

Bu kadim şehre güvenmeli, kaybettiğimiz canlara borcumuzu ödemeliyiz.

Atatürk'ün Fikirleri Her Zaman Bize Yol Gösterecektir Atatürk'ün Fikirleri Her Zaman Bize Yol Gösterecektir

Bunun için, isteyen o özel 'haytalıyı' yemeğe de gelebilir ama asıl olarak çifte kavrulmuş, köpüksüz, sade kahvemizi içmek üzere birbirimize “AFFAN Kahvesi’nde“ buluşma sözü verelim yeter…

* “Affan Kahvesi” eski Antakya diye tabir edilen alevi ve Hristiyan evlerinin yoğun olduğu, şehrin ruhunu yansıtan simge binalardan biri…” Haber Bülteni

Editör: Haber Merkezi