"Kuşaktan Kuşağa Belçika'da Türkler" başlıklı dosya haberin altıncı bölümünde AA muhabiri, Türkiye-Belçika arasında imzalanan İş Gücü Anlaşması'yla gelen ilk Türklere, Türkçe öğrenerek sağlık hizmeti veren, elverişsiz çalışma koşulları karşısında Türk kadınlarının haklarını savunan Flaman doktor Ri De Ridder'le söyleşi yaptı.
Halihazırda Sağlık Bakanlığında danışman olarak görev yapan emekli doktor De Ridder, Türk toplumu nezdinde en sevilen isimlerden biri olarak öne çıkıyor.
72 yaşındaki De Ridder, henüz pratisyen hekimliğinin ilk yıllarında, Gent kentinde Belçika'ya çalışmak için gelen Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir sağlık merkezine atanmış ve hastalarının çoğunun Türk olması nedeniyle Türkçe öğrenmiş.
Dr. De Ridder, Türklerle ilk karşılaşmasını şöyle anlattı:
"1976'daydı. Yani yaklaşık 50 yıl önceydi. Türkiye'den gelen, tekstil sektöründe istihdam edilen insan sayısı çok hızlı bir şekilde artmıştı. Fabrikalarda gece vardiyaları yapıyorlardı ama aynı zamanda çok hızlı bir şekilde yol çalışmaları veya büyük inşaat işleri gibi bazı ağır, zorlu işlerle de meşgul oluyorlardı."
"Birçoğu çok küçük evlerde, eski evlerde, çatısı akan evlerde yaşıyordu." diyen De Ridder, duvarlarda özellikle çocuklar için tehlikeli küf türlerine ve bunlara bağlı hastalıklara rastladığını söyledi.
De Ridder, "Başlangıçta iletişim kurmak zordu. Türkçe çok kolay bir dildir. Gramerini bildiğinde kolay. Flamanca çok daha karmaşıktır. İnsanlarla konuşarak fikir sahibi oldum. Biraz Türkçe konuştuğunuzda insanlar kalplerinden geçenleri daha kolay söylerler." diye konuştu.
Daha sonra çalıştığı yerin bir toplum sağlığı merkezine dönüştüğünü, böylece daha yapısal işlere odaklandıklarını belirten De Ridder, bir anısını şöyle paylaştı:
"Türk kadınlar aynı şikayetle gelmeye başladı. Parmaklarında, kollarında bir çeşit romatizmal ateş şikayetleriyle muayeneye geldiler ama romatizmal ateş değildi. Belirli bir şeydi. Hepsi aynı hikayeyi anlattı. Bir fabrikada soğuk suyun altında balık temizlediklerini, iş yerlerindeki koşulların ideal olmadığını... Eşleri tekstil fabrikalarında çalışıyordu. Çok iyi maaş almıyorlardı. Kadınlar ailenin geçimine katkıda bulunmak için çabalıyordu."
De Ridder, bu olayın ardından Flamanca bilen bir Türk kadını toplum sağlığı merkezinde işe aldıklarını, bu kişinin doktorlar ve hastalar arasında köprü olduğunu, özellikle gebe hastaların takibinde bu hizmetin faydalı olduğunu söyledi.
"Ayrımcılık ve ırkçılık"
Türk toplumunun ilk yıllarda büyük ayrımcılığa uğradığını dile getiren De Ridder, şunları aktardı:
"Düşük maaş, kötü konut, çok az, toplum içinde yolunu nasıl bulacağıyla ilgili çok az bilgi, bununla birlikte gelen ayrımcılık ve ırkçılık... Daha sonra yasaklandı ama göçün ilk döneminde, kafelerde barlarda girişte 'Türkler giremez', 'Cezayirliler giremez', 'Göçmenler giremez' yazısı görüyordunuz. Şimdi ırkçı, aşırı sağcı hareketlerle ilgili büyük endişelerimiz var. Göçü büyük bir mevzu haline getiriyorlar ama bu zaten toplumun düşmanlık besleyen bir kısmında vardı. Oysa bu insanlarla (göçmenlerle) ilgilenebileceğimiz çok farklı yollar vardı."
De Ridder, olumlu yaklaşımı ve hizmetleri neticesinde Türk toplumunun sevgisini ve vefasını kazandığını şöyle ifade etti:
"Hala bu insanlarla karşılaşıyorum. 'Annemin doktoruydunuz. Annemi tedavi ettiniz. Vefat etti' diyerek hayat hikayelerini anlatıyorlar, paylaşıyorlar. Gerçekten onların hayatlarına dahil olursanız, göçü olumlu bir hikaye haline getirebilirsiniz. Ben göçün önemli olduğunu düşünüyorum. Gent'te sanayiye, refaha büyük katkıları oldu. Doğumunu gördüğüm çocuklardan harika kariyerleri olanları var. Profesörlerimiz ve ünlü cerrahlarımız var."
"Nazar"
Türkçeyi hala hatırladığını ancak emekli olduktan sonra pratik yapmayı bıraktığı için gerilediğini belirten De Ridder, Türkçe "Düşünüyorum, ne söyleyebilirim?" ifadesini kullandıktan sonra, "Eşimle İstanbul'a gittiğimizde çok hızlı konuşulmadığı takdirde her şeyi anladığımı gördüm." dedi.
De Ridder, "nazar" kavramıyla ilgili bir anısını da şöyle anlattı:
"Hala nazarla ilgili konuşulup konuşulmadığını bilmiyorum. Hasta kendisine 'nazar' değdiğini söylediğinde, onun deli olduğunu düşünmek yerine, bunun onun için anlamını ve problemli bir şey olduğunu anlamak, çözüm bulmak gerekiyordu. Baş ağrısı, uykusuzluk, grip benzeri şikayetler dinliyorduk. Daha sonra ben onlara bunu (nazar olup olmadığını) sorar hale geldim. İşte o zaman memnuniyetle karşılıyorlardı. Buna kültürlerarası kapasite, kültürlerarası diyalog diyoruz. Çok ilginç bulduğumu söylemeliyim.