Değerli okuyucularım! Türkiye’de vergi gelirlerinin artırılması gerekmektedir. Aynı zamanda vergilerin adil ve ödenebilir kılınması da gerekmektedir. Ayrıca, mükelleflere belli bir oranda vergi ödeme güvencesi verilerek, yükümlülüklerinin sınırlandırılması da gereklidir.
İşveren veya mükellefler bu garantiler olmadan yatırım yapamaz. Ülkede, üretim artırılmadığı takdirde, kara para girişi ve aklanması devam eder. Siyasetçiler, Türkiye’nin bu tür temel korularını ihmal ediyor. Siyasetçiler memleket meselelerini konuşmak zorundalar. Ancak siyasetin gündeminde halkın refahı değil, ‘başörtüsü’ var!
Şöyle ki; Türkiye’nin vergi sistemi, net kazanç üzerinden belli bir oranda vergi hesaplanmasını içeriyor. Ancak, maliyet hesaplamaları ile maliyete ilişkin belge düzeni mükellefleri çok zor durumlara düşürüyor. Hâlbuki Türk Vergisi Sistemi’nin özüne dokunulmadan çok basit bir düzeltme ile vergi gelirleri en az 10 kat artırılabilir.
Nasıl olacağı hususuna gelince; öncelikle mükelleflerin satılan mal ve hizmete ilişkin olarak maliyeti ispatlama yükümlülüğünden kurtarılması şarttır. Öncelikle devletin vergi sopası olan vergi Usul Kanunu’nun (V.U.K.) 359. Maddesi hükmünün kaldırılması elzemdir. Mükelleflere vergi güvencesi sağlanması ve verginin ödenebilir kılınması gereklidir. Bu da, Türk Vergi Sistemi’nin düzeltilmesi ve net kazancın hesaplanmasında ‘satış tutarı’ ölçüsünün getirilmesi ile mümkündür.
Örneğin; satış tutarı üzerinden %10 oranında net kazanç beyanı ön vergileme olarak esas alınmalı ve buna ilişkin maliyet hesaplama yükümlülüğü mükelleften istenmemelidir. Bu takdirde, 1000 TL tutarındaki bir mal satışından alınması gereken Kurumlar Vergisi oranı %2.5 olup, bunun %10 net kazanca tekabülü 25,00 TL’dir. Bu takdirde vergi ödenebilir ölçeğe indirilebilmekte ve aynı zamanda karşılıklı fatura üzerinden kontrolü sağlanabilmektedir.
Oya bugünkü vergilemede maliyet bedeli ve satış tutarı mukayesesi yapılarak oluşan kâr üzerinden %25 oranında Kurumlar Vergisi alınmaktadır. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, gerek ispat yükümlülüğü gerekse belge düzeni mükellefleri çok zor durumda bırakmaktadır. Aynı zamanda bu durum ( Türkiye ortalaması toplam satış tutarı üzerinden) %1 ila %2 arasında kazanç üzerinden çok düşük bir miktarda vergi ödenmesine sebep olmaktadır. Kaldı ki bu durum mükellefleri oldukça baskı altında tutmaktadır.
Satış tutarı üzerinden %10 net kazanç hesaplaması ile alınacak verginin veya diğer bir ifade ile ön vergilemenin tek istisnası, bu oranın altında kazanç elde ettiğini iddia eden mükelleflerin durumudur. Bu takdirde de halen mevcut Yeminli Mali Müşavirlik müessesesi doğrultusunda hesaplanacak ve gerçek kazanca ilişkin olarak sunulacak rapora istinaden yersiz ve haksız alınan verginin mükellefe ret ve iadesi mümkün olduğu gibi tahakkuktan terkini de mümkün bulunmaktadır.
Aynı uygulamanın KDV’ye tatbik edilmesi halinde ise, satış tutarı üzerinden alınması gereken vergi oranı %1,8’dir ve nihai tüketiciye intikali mümkün değildir. Her iki vergiyi de satış yapan mükellef satış tutarları üzerinden basit bir beyanname vermek sureti ile adına tahakkuk ettirecektir.
Anlaşılacağı üzere, KDV’de mal alımından kaynaklanan müteselsil sorumluluk ortadan kalkacağı gibi, nihai tüketiciye yansıması da önlenmiş olacaktır. Her iki vergiyi topladığımızda satış tutarı üzerinden ödenmesi gereken vergi oranı %4,3 yapmaktadır.
Biran için gözünüzü kapatın ve Türkiye’de bir günde kesilen veya düzenlenen fatura ve fişler üzerinden devletin kasasına istisnasız %4,3 oranında verinin girdiğini hayal edin. İnanın bu sistemle Türkiye’nin hiçbir şekilde bütçe sorunu olamaz. Ayrıca bütün mükellefler güvence altına alınmış olur ve yatırım olanakları çoğalır, hatta şahlanır. Bu şahlanış; üretim, ihracat, istihdam ve döviz demektir.
Diğer taraftan sosyal sigorta prim oranları %35-39 arasında tehlike sınıfına göre değişmektedir. Sigorta prim oranları yüksek tutularak neden üretimin ve yatırımın önüne geçilmek istenmektedir? Bu husus izahı zor bir meseledir. Hiç şüphesiz ki, sigorta prim oranlarının aşağıya çekilmesi elzemdir. Özellikle de tekstil sektöründe evde atıl geçirilen zamanın değerlendirilmesi amaçlanarak kadın işçiye ait sigorta primi daha az olarak ödenebilmelidir. Böylece kıdem tazminatı ve sigorta primlerinin işveren yükü olmaktan çıkarılması mümkün hale gelebilir.
Ayrıca Türkiye genelinde tek tip asgari ücret uygulanmasından da vazgeçilmelidir. İşçi – işveren ilişkileri arz ve talebe göre sözleşme ile düzenlenmelidir. Yıllık ücret artış oranları sözleşmede açıkça belirtilmeli ve enflasyon artış oranına, yeniden değerleme oranına ya da dövize endekslenmelidir. Keza, ekonomik ve mali suçlara sadece para cezası verilmeli, hapis cezası uygulamadan kaldırılmalıdır. Ancak para cezası yükümlüsünce ödenmeyen para cezaları hapis cezasına çevrilmelidir.
Türkiye’nin öncelikli sorunu ‘başörtüsü’ değildir. Türk siyaseti vergi, sigorta primi, iş ve ceza hukuku gibi temel konularda acilen düşünce ve proje üretmelidir. Türkiye’nin kurtuluşu için Cumhuriyet’in 100. Yılında acilen ciddi reformlara ihtiyacı var! İktidar ve muhalefet partileri seçim öncesinde halkın refahı için, bu tür temel sorunları tartışmalı ve Türkiye’nin kurtuluşu için kamuoyuna yeni reform paketleri sunmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, ekonominin temel sorunu; kıt kaynakların sonsuz ihtiyaçlara uyarlanması değil, bölüşüm sorunudur. Dünya nüfusunun en yoksul yarısı neredeyse hiçbir servete sahip değil ve toplam servet içinden aldığı pay %2’dir. Buna karşılık, dünya nüfusunun en varlıklı %10’luk kesiminin küresel servet içinden aldığı pay ise %76’dır. Böyle olunca, asıl sorunun paylaşım sorunu olduğu ortaya çıkıyor.
Ülkemizde de bu durum geçerlidir! Memleketin %99’u her gün fakirleşirken, memleketin %1’i her gün servetine servet katmaktadır. Oysa halkın refahı her şeyin üstünde olmalıdır. Devlet ve iktidarlar bunun için var olmalıdır. Milletvekilleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün milleti temsil etmelidir!