2018 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle, Türkiye’de tarihi dönüm noktalarından birisi gerçekleşmiştir. Bu değişiklikle yönetimin işleyişi tek merkezden ve tek kişi üzerinden tasarlandı.

İlk aşamada -halis bir niyetle olmak kaydıyla- makul karşılanan bu değişiklikle; 2016’da yaşanan 15 Temmuz FETÖ hain darbe girişimi sonrası ülkede hızlı kararlar almak ve daha etkin operasyonlar yapılması hedeflenmişti.

Bu süreçte siyasi atmosferin etkisiyle bir beka sorunu ortaya çıkmış ve sorumlulukları bulunan suçluları hızla yargılamak ve paralel yapılanma üzerine demir yumrukla gidilmesi gerekliliği gerekçesi gibi hususlar sunulmuştu.

Geçmişten kalan “koalisyon dönemleri” fobisiyle takviye edilen açıklamalar hep bu minvalde şekillendi. Nitekim toplumda da hüsnü kabul gördü. Halk yeni seçim sistemiyle yöneticisini bizzat kendi seçeceği, dolayısıyla oyuyla direkt yönetime katılacağını düşündü. Esasen bu desteğin temelinde -zamanın hali hazırdaki- Başbakan’ına tanınan kredinin devamı ve duyulan büyük bir güvenin sonucuydu.

Önceki dönemlerde milletvekilleri tarafından seçilen Cumhurbaşkanı, her ne kadar milletvekillerinin çoğunluk oyuyla seçiliyor gözükse de partilerin Genel Başkan'larının mutabakatıyla belirleniyordu. Daha eski dönemlerde ise Meclis’in etrafını kuşatan tanklar gözetiminde, ülkedeki askeri güçlerin etkisiyle kudretli güçlerin önerdiği herhangi bir isim Cumhurbaşkanı oluyordu. Halk bunun dolaylı olarak ülkeye zarar verdiğini bizzat gördü ve acı tecrübeler yaşadı.

DENETLENEMEYEN GÜÇ

Günümüz Türkiye’sinde cumhurbaşkanını halk seçiyor. Elbette halkın seçmesi çok güzel ve demokratik bir uygulamadır. Ancak problem şu; yeni başkanlık sistemi 50+1 sistemi üzerine kurulu olduğu için sözüm ona Türk tipi denilerek piyasaya sunulan bu başkanlık sistemi neticesinde 49 oyu olan bir parti kaybedebiliyor. Örneklendirmek gerekirse seçimlerde 45 oyu olan bir parti ancak yüzde 5 oyu olan bir parti ile ortaklık kurarak iktidara gelebiliyor. Tek başına daha fazla oyu olan bir parti kaybediyor. Yani ülkede çift kutuplu bir durum söz konusuydu.

Bunun önü ancak güçlü bir hukuk sistemi ile çözülebilirdi. Ne var ki iktidarı ele geçirenler HSYK’nın yapısını değiştirip Adalet Bakanlığı’na bağlamak suretiyle (HSK haline getirildi) sorgulanamaz ve denetlenemez mutlak bir gücün de sahibi olmayı başardılar. Artık milletvekili kavramı da bir işe yaramadığından halk yönetimden büsbütün uzaklaştırıldı. Sözüm ona kararlar hep halkın lehine alınacakken halka rağmen halkla berabermiş gibi hareket edilmeye başlandı. Ülkenin kaynakları hızla belli çevrelere dağıtıldı ki son gelen elektrik faturaları işin şirazesinin iyice kaydığını gösterdi.

YAZI DA GELSE TURA DA GELSE KAZANANIN DEĞİŞMEDİĞİ SİSTEM: BAŞKANLIK SEÇİMİ

Buradan şuraya gelmeye çalışıyoruz. Amerika'da seçimlerde her dönem Cumhuriyetçiler ve Demokratlar olarak iki parti kıyasıya yarışır. Aslında Amerikan seçimlerinde partilerin oy oranlarının hemen her dönem birbirine denk olduğu 49'a 51, 48 küsura 50 küsur gibi yüzde 1-1,5 civarında bir oy oranın fark ettiğini görürüz. Tabii 45-55 gibi bir oran, hiçbir seçimde vaki değildir.

Amerika'da; Liberal Parti, Anayasa Partisi, Sosyalist Parti, Yeşiller ve daha başka esamesi okunmayan bazı küçük partilerde seçime girer. Asıl seçim Cumhuriyetçi ve Demokratlar arasında geçer. Diğer küçük partiler mutlaka bunlardan birine monte olmak, iliştirilmek zorundadır.

Bu nedenle de oradaki güçlü Siyonist lobiler, herhangi iki adaydan birini destekler gibi görünür ama bellidir ki her iki adayın arkasında da Yahudi lobileri vardır.

Cumhuriyetçilerin adayı kazandığında yazı gelmiştir, kazanmışlardır. Demokratların adayı kazandığında da tura gelmiştir, kaybetmemişlerdir. Ancak hukuki sistem organize ve güçlü olduğundan bir noktada denetleme mekanizması iş görmekte ve sistemin açıklarını kapatma noktasına gidebilmektedir.

DEĞİŞMEYEN GÜÇ ODAKLARI: 28 ŞUBATIN AKTÖRLERİ

Bu sistem ülkemizde de aynen uygulanmaya çalışılıyor. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık. Bir taraftan faili meçhuller döneminin ortakları diğer taraf da Türkiye'de uzun yıllar 28 Şubat zulmünün mal edildiği kitleden oluşmaktadır.

Faili meçhuller, hukuksuzluklar, Maocu ve Leninci çete karşıyı her ne kadar 28 Şubatçı olmakla suçlasa da kendisi de geçmişin ve bu dönemin etkili aktörü. O dönem “Beraber yürümüşlerdi o yollarda, beraber ıslanmışlardı yağan yağmurda. Şimdi tüm şarkılar bize onları hatırlatıyor.”

Dolayısıyla bugün 28 Şubat'ın temsilcileri her iki ittifakta da yer almaktadır. Yaşı orta halli olanların rahatlıkla hatırlayacağı üzere o dönemin simge hükümeti Anasol-M ile 28 Şubat zulmü gerçekleşmişti. İthamları aynen kabul ettiğimizde bugün de her iki ittifakın içerisinde yine aynı aktörler vardır. Dolayısıyla da yazı gelirse kazanmış oluyorlar, tura gelirse de kaybetmemiş oluyorlar. Bu süreç, ilkesel bazda siyaset yapanların daha açık ifadeyle zorda kaldığı bir dönemdir.

ZOR TERCİH

Bütün bunları niçin söylüyoruz. Belli kitlelerden Saadet’e yönelik şöyle mi olsa şurada mı burada mı dursa gibi öneriler var. Mevcut sistem içerisinde tek başına seçime girip bir başarı elde etme gibi bir şansı maalesef yok. Üçüncü bir alternatifin de herhangi bir netice elde etmesi mümkün değil. Dolayısıyla bir tarafta yer almak ehveni şer olarak birini tercih etmek zorundadır.

Bir taraf sizi kapısına yaklaştırmıyor, muhatap kabul etmiyor. Diğer taraf baş tacı ediyor. Bu konjektörde siz olsaydınız ne yapardınız? İster istemez bir mısrada geçen “Sev seni seveni hak ile yeksan ise, sevme seni sevmeyeni Mısır'a sultan ise!” sözü akla geliyor.

Yıllardır ortaya koyduğu duruşla; Başkanlık sistemine bu haliyle eklemlenmek Millî Görüş çizgisindeki Saadet Partisi’nin değerleriyle örtüşmemekte. Hali hazırda gücü elinde tutanlar da bundan geri adım atmamakta.

Bugün dışlanmış büyük kitleleri bir nebze olsun kucaklayacak ve rahatlatacak bir yapıya ihtiyaç gün gibi ortadadır.

Evet hakikaten zor bir süreç yaşanıyor. Trafikte “En kötü karar, kararsızlıktır” denir. Alacağınız küçük bir oy oranı bile, seçimden sonra bulunduğunuz yerde söz sahibi olmanızı sağlayacaktır.