Sevgili okurlarım! Elbette ister tek tek bireylerin olsun, ister bir bütün olarak toplumun olsun, davranış değişiklikleri, yaşadıkları ekonomik, sosyal, siyasal atmosferden bağımsız düşünülemez. Halk dalkavukluğu; yönetimlerin iktidarlarını tehlikede gördükleri her dönem başvurdukları, kitlelerin en geri yanlarını okşama, en ilkel güdülerini harekete geçirme, deyim yerindeyse aşağılık komplekslerini içi boş bir özgüvenle doldurma çabasıdır diyebiliriz.

Halk dalkavukluğunun temelinde cehaletin övülmesi, adeta bir fazilete dönüştürülmesi vardır. Elbette tarihi yeni değildir. Kitlelerin adam yerine konmaya başlandığı kısmi demokrasilerden günümüze egemen gücün az veya çok hep kullandığı bir yöntem olmuştur. Ama kuşkusuz zirvesine her zaman faşist ve totaliter rejimlerde ulaşmıştır. Son yıllarda ülkemizin de bu popülist yaklaşımın, siyasetin temel propaganda biçimi haline geldiğini görüyoruz.

Bizde halk dalkavukluğunun temel argümanı Batı hayranlığı yerine Batı düşmanlığının ikame edilmesi olmuştur. .Mesela: ‘Almanya bizi kıskanıyor’ argümanı aslında her şeyi anlatmaktadır. Hep başkalarına imrenerek, başkalarını kıskanarak yaşamış bir insanın artık kendisine imrendiğini ve hatta kendisinin kıskanıldığını düşünmesini bir düşünün. Böyle bir tatminin yarattığı ‘gurur’ şartlarında yaşayan insanların başlarını pencereden dışarıya uzatıp, sokağın çıplak gerçekliğini görmek isteyeceğini düşünebilir miyiz?

Mesela: Bu insanlara Almanya’nın yıllık ihracatının, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 57 Müslüman ülkenin (1 milyar 600 milyon nüfusa tekabül eder) toplam ihracatının iki katı olduğunu söyleseniz, sizi duyar mı? Maalesef son 200 yıldır aşağılık kompleksinin çölünde kavrulmuş bu insanlar, gölgesine sığındıkları devasa binaların, köprülerin bedelini merak eder mi sanıyorsunuz?

Halk dalkavukluğunun bir başka davranış biçimi ise cehaletin ödüllendirilmesidir. Örneğin: Hiçbir ekonomi ya da iktisat eğitimi almamış bir kişinin (bir güreşçinin) bir kamu bankasının yönetim kuruluna atanması sadece ‘liyakat’ açısından tartışılırsa bence mesele çok da doğru anlaşılmış olmayacaktır. İktidara yakın sayısız ekonomist vardır. İsteseler pekâlâ kendi politikalarına hizmet eden, alanlarında uzman birini de atayabilirlerdi. Ama kitlelere verilmek istenen mesaj farklıdır. Cehaletin ve sadakatin ödüllendirilmesi ve cesaretlendirilmesi hedeflenmektedir.

Bu tür ödüllendirmeler, yoksul ve eğitimsiz insanların iktidarda kendilerinin olduğu, ülkeyi kendilerinin yönettiği hissini vererek gaflet uykusunu sürdürmelerine hizmet etmeyi amaçlar. Yıllarca sürdürülen diploma tartışmasını hatırlayınız. Bu tartışmaların toplumun eğitimsiz kesimlerine verdiği subliminal mesajlar, onların kendilerini iktidara yakın hissetmelerini sağlarken, toplumun eğitimli kesimlerinde hayal kırıklığı, umutsuzluk giderek derinleşmektedir.

Her yıl iyi yetişmiş binlerce gencin ülkede gelecek görmeyerek yurtdışına gitmesi, ülkede adeta bir beyin göçü trajedisinin yaşanması iktidar sahiplerinin pek de umurunda görünmemektedir.

Sözün özü, cehaletle mücadele edilip bilgiyi yaygınlaştırmak, bilgiyi özendirmek ve ödüllendirmek yerine cehalet adeta kutsanarak gaflete dönüştürülmüştür. Son 20 yılın özeti budur. Eskilerin ‘arif’ dediği, günümüz diline ‘kendini bilen’ olarak çevirebileceğimiz insandan fersah fersah uzaktayız artık. Cehaletten eğitimle uyanmak mümkün olabilirdi belki. Ama gafletten ancak trajediyle uyanabiliriz.

Türkiye, gaflet uykusuna düşenler ülkesidir! Bu gaflet uykusuna düşenler hayattan yeterli bir şekilde zevk alamazlar. Sonuç olarak, her insan hayatta gaflete düşme ihtimaline sahiptir.

Gafiller, çevresindeki gerçekleri göremeyen, anlayamayan ya da geleceğini, ilerisini düşünmeyen ve önemsemeyenlerdir. Gaflet uykusuna düşenleri, 28 Temmuz tarihinde başlayan ve başta Akdeniz ve Ege kıyılarındaki iller olmak üzere farklı illerimizde meydana gelen yangın afetleri ile ülkemizin birçok bölgesinde meydana gelen sel afetleri ve Türkiye’yi tehdit eden Afgan göç dalgası da uyandırmadıysa, trajediye hazır olun!