Ölüm, her birimizin çok barışık olduğu veya barışık olmak zorunda olduğu bir kavram değil. Her ebeveyn, öğretmen veya yetişkin ölüm kavramının üzücü oluşundan veya soyutluğundan dolayı olsa gerek bu kavramı çocuklara açıklarken hassas ve dikkatli davranır, hatta bazen tam anlamıyla gerçeklik yansıtılmaz. Çocuklar büyüdükçe bu gerçekliğin farkına varmaya başlarlar, kimi zaman deneyimleyerek, kimi zaman yüzleşerek, kimi zaman ise düşünüp kafa yorarak bu kavramla tanışırlar. Kişinin ölüm kavramıyla tanışması bu kavramla barıştığı ya da barışmadığı anlamına gelmez. Fakat benim kişisel gözlemim 21. yüzyıl insanının bu konuda pek barışçıl olmadığı yönünde dolayısıyla bu konu hakkında bir şeyler paylaşabileceğimizi düşündüm. Neredeyse son on yıllık zaman diliminde çok fazla sonsuz güzelliği, sonsuz yakışıklılığı ve bunların bazı ölçütlerini, sonsuz gençliği, sonsuz dinamikliği ve bunların formüllerini, aynı zamanda sonsuz para ve sonsuz şöhreti, sonsuz yeniliği, sonsuz alımı, sonsuz harcamayı konuşur olduk. Kadınlar, yaş aralığı fark etmeksizin kendileriyle mutlu olmayı, kendileri olmayı başaramaz oldu. Düzen bunu yarattı ve insanları buna itti. En ufak bir kırışıklığa, en ufak bir beyaz saç teline, en ufak bir kilo artışına tahammül edemez oldular. Takma kirpikler ve tırnaklar, çizme kaşlar ve estetik revaçta, gerçi şimdi ‘’moda’’ doğal güzelliğe kayıyor, yine... Genç olmak, sonsuz olmak gibi algılanıyor sanırım. Yaş aldıkça hemen bir onarma, yenileme, yeniden yapılandırma telaşesine düşüyor insanlar. Ölmeyecekmiş gibi. Ya da yaşlanmak, yaş almak kötü bir şeymiş gibi. Kendimizin andaki gerçekliğine karşı çıkıyor, olduğumuz halimizle temas etmeyi reddediyoruz adeta.Erkekler, vücutlarıyla ön plana çıkmaya çalışıyor şimdilerde ve bu erkekler partnerleri olacak kişilerden de aynı özeni zorunlulukmuş gibi bekliyor. Spor salonlarında geçirilen vakit epey yüksek, kimsenin kaslı görünmemeye tahammülü yok. Marka arabalar alıp gezmek bu sırada fotoğraflar paylaşmak ön plandaydı son yıllarda. Zincir kafelere düzenli olarak gitmek, en son çıkan saati veya oyunu almak da hayli önemli. Ölmeyecekmiş gibi. Kaslarının ve marka arabalarının hiç sonu gelmeyecek gibi. Kendileriyle temas burada da eksik kalıyor tabii. Aileler, borçlanıyor şimdilerde. Eskimeden yeni eşyalar alınıyor, bir büyük eve geçilmeye çalışılıyor, son marka telefonları kovalıyor son çıkan kitabı ise bilmiyoruz, halbuki her geçen gün ölüme bir adım daha yaklaşıyoruz, sizce anı yakalayabiliyor ve tadına varabiliyor muyuz? Sanki gerçeklikten uzak bir sonsuz yaratmaya çalışıyoruz. Çok ay ödenecek krediler çekiyor ödemek için ekstra mesailer yapıyoruz. En lüks tatile yılda bir hafta gidebilmek için tüm yıl para biriktiriyoruz. Üstelik yardım etmeyi azalttık, görmeyi azalttık, duymayı azalttık, hepimiz sabahtan akşama kadar linkleri yukarı kaydırıp ‘yeni’ bir şeyler arıyoruz. Konuşmuyor, iletişim kuramıyoruz. Yediden yetmişe sanal bir dünyanın içerisinde ne kadar vaktimizin kaldığını bilmediğimiz şu dünyada kendimizi havadan sudan soyutluyor, seni seviyorum demiyor, arıyor ama sormuyoruz. Duygularımızdan bihaberiz. Kendimize, yalnızca kendimize ayırabileceğimiz on beş dakikamız var mı? Çoğumuzun yok.
Doğan Cüceloğlu, ülkemizin çok değerli psikoloğu, hemen her kitabında ‘‘insanın özü’’ kavramından bahseder. İnsan kendi özüne yaklaştıkça hayatın anlamına yaklaşır ve ‘’Yaşıyorum be!’’ der, ona göre.İnsan özünü keşfederken hislerini dinler, kendine ve duygularına vakit ayırır. Cüceloğlu, biz olabilmenin de insanın özünde olduğunu söyler. İyi takım çalışmaları, iyi ‘’biz’’ler ve ekipler içerisinde kendini var edebilen insanların tam manasıyla yaşayabildiğine dikkat çeker. Birbirinin fikrine saygı duyabilmek çok önemlidir onun gözünde. ‘’ ’O da insanmış, onun da eksikleri varmış,’ demenin insanı mütevazılaştıran hoş bir tarafı var.’’ der Var mısın? Kitabında.Benim onun kitaplarından ve söyleşilerinden aldığım en net mesaj, özünü görebilen, özünü arayan ve özüyle barışık olan her birey, hayatı her nefesinde yaşıyor olduğundan ölümü kabullenebilmek ona o kadar da korkutucu gelmez. Genele bakıldığında psikoloji bilimi halihazırda paylaştıklarımızı destekler nitelikte. İnsanın özünü anlama arayışını varlığını sürdürmeye yani sonsuzluğa bağladığı hep düşünülür.Sosyolog Erich Fromm ise, bireyin sahip olma davranışı arttıkça ölümden korkma oranının da arttığını düşünür. Birey sahip olduklarını kaybettiğinde kendini zihninde uçurumun kenarında bulur ve tıpkı Cüceloğlu'nun söylediği gibi Fromm da bu duygunun hafiflemesi çözümünü başka insanların sevgilerine karşılık vermek ile bulunabileceğini ifade eder. Son olarak Irvın D. Yalom ise son ölüm anında ‘keşke’ pişmanlığını yaşamamamız için önemli olanı anında görmemizi öğütler. Psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin insanda ortak gördüğü bir noktayı yakalıyoruz bu satırlardan sonra, ölüm bir o kadar yaşam demek. Bu iki kavram birlikte dans eder insanın ömrü boyunca. Arkada çalan müziği, kimin baskın olacağını, ne zaman başlayıp ne zaman sona ereceğini siz belirleyebilirsiniz ama bu dans hiç değişmiyor. Önemli olan kısım yaşamın içerisinde yanınızdaki ekipler ve kendi ‘öz’ benliğiniz ile bu dansa gerekli değeri vermekte. Sonsuzluk var mı bilmiyoruz,ölüm belki yeniden doğuş, her son da yeni bir başlangıçtır belki, kim bilir, bunu inkar etmektense birlikte dans etmeyi seçelim mi? Öz’e dönerek, severek, büyüyerek..