Eğri oturup doğru konuşalım; hiçbirimiz acıdan hoşlanmayız ve neredeyse hepimiz bize iyi hissettiren şeylere çekiliriz. Belki de bu yatkınlığımız yüzünden duygular kategorize edilirken literatürde olumlu ve olumsuz olarak adlandırıldı. Ne yazık ki olumsuz olarak adlandırılan duygular üzerlerine yapışan bu etiket yüzünden değeri anlaşılamayan, bastırılan, hissedilmek istenmeyen duygular olarak kaldı ve belki de anlatmak istediklerini anlatamayan, korkulan yabancılara dönüştüler. Oysa kategorize edilmeksizin bütün duyguların önemli bir işlevi var ve onları görmezden geldiğimizde kendimizden uzaklaşıyor, hatta kendimizle bağımızı koparıyoruz.

Duygu en temelde çevreye adapte olmamıza yardım eden bir haberci işlevi görür. Bize bir mesajı vardır. Kendi değerlerimizle örtüşmeyen ya da kim olmak istediğimizle bağlantımızı koparan şeyler yaşadığımızda rahatsız hissettiren duygular yaşarız. Bir şekilde bu duyguları yaşamamamız gerektiğine inandırıldıysak, bu duyguları bastırma ya da görmezden gelme eğiliminde oluruz. Aslında o duygunun anlatmak istediğini görmezden geliriz ve bastırılan her duygu, sonrasında daha güçlü olarak ortaya çıkma potansiyeline sahiptir. Duyguyu görmezden gelmek yerine ona saplanıp kaldığımızda ya da zihnimiz sürekli yaşadığımız deneyimle ilgili hikayeler ürettiğinde de aslında duygunun anlatmak istediğini dinlemek yerine eski hikayeleri tekrar yazıyor oluruz. Her iki durumda da duygunun mesajını alamayız. Örneğin, iş yerinde bir takım içinde işlerin çoğunluğunu yaptığını ve takımdaki arkadaşlarının senin iş yoğunluğunu gördükleri halde herhangi bir yardım talebinde bulunmadığını düşündün. Öfke içini kapladığı halde “Öfkelenmemeliyim, pozitif olmalıyım” ya da “Zaten ömrümde hep işleri kendim hallettim, kimseye ihtiyacım yok” gibi hikayelerin arkasına saklanıp duyguların mesajını almadığında aslında ihtiyacın olan çözüme ulaşamazsın. Burada öfkenin esas anlatmak istediğine onu tarafsızca dinleyen bir arkadaşı gibi yaklaşmak gerek: “Şu an neden öfke hissediyorum, bu yaşadığım şey hangi değerime dokunuyor?” “Sanırım görüldüğümü hissetmiyorum. Görülmek, değerli olmak benim önemli bir değerim ve iş yerimde değerli olduğumu hissedemedim.”

İşte bu mesajı aldıktan sonra adım atmak gerekiyor. Pozitif kalmalıyım diye öfkesini içine atan ya da böyle gelmiş böyle gider, kendim hallederim diye mesafe koyan otomatik tepkileri tutup geçmiş hikayelerden bağımsız şekilde anda atılması gereken adımı atmak kendimizle olan bağımızı pekiştirmemize yardım eder. İlk iki otomatik tepki kendimizi değersiz hissettiğimiz bir ortamda çalışmaya devam etmek demek. Cesurca değişim için adım atmaksa değişim yaratmak ve kendimize sadık olmak için çok önemli.Hayat, karmaşa, belirsizlik, kırılganlık ve bunların getireceği potansiyel rahatsız edici duygularla dolu. Sürekli pozitif kalmaya çalışarak kendimizi kandırmak bizi bu belirsizlik dolu hayatta güçsüz kılar ve kendimize yabancılaştırır. Oysa rahatsız edici duyguların anlatmaya çalıştıklarını şefkatle dinleyip anda adım atarak fark yaratmaya çalışmak bizi geliştirir, özümüze yaklaştırır ve hayatı olduğu gibi, bütünüyle kucaklamamızı sağlar.